Son dakikada kaleci golü

Bir futbol klişesi geçtiğimiz haftalarda beklenmedik bir şekilde sonlandı. Bu bahsettiğim klişe ise şudur ki: geride olan takım için averaj önemli değilse son dakika kornerinde ya da duran topta yenilen takımın kalecisi de depara kalkıp karşı ceza sahasına gider. Genelde de top yakınlarına bile gelmez sonra da yine bir deparla kalelerine geri koşmaya çalışırlar. Bir de anlamadığım nokta korner kullanılırken kaleci ceza sahasında durur ama ön libero ya da kanat adamları ceza sahası dışında durur. Yani aslında demek ki amaç ceza sahası içini de öyle hınca hınç doldurmak değildir.

Geçtiğimiz günlerde Avrupa Liginde oynanan Standart Liege - Alkmaar maçında da bu olay yaşandı ancak bu sefer gol ile sonuçlanda. Ayrıca golü atan kaleci de Türkiye Ümit Milli Takım kalecisi olan Sinan Bolat. Gelen ortaya çok iyi yükselip kafayla topu birçok forvetten başarılı şekilde tam köşeye gönderen Bolat'ın beni daha çok ilgilendiren yanı ise maçtan sonra söyledikleriydi. Çünkü sözleri benim birinci paragrafta söylediklerimi kanıtlar nitelikteydi. Şöyle ki Bolat açıklamasında: “Serbest vuruş kullanılmadan önce yedek kulübesine baktım ve ‘Git’ denilince rakip kaleye koştum. Çünkü kaybedecek bir şeyimiz yoktu. Gol atacağım aklımın ucundan geçmiyordu. İşin açıkçası kalabalık yaratmak için gittim. Arkadaşım çok iyi orta yaptı. Ben de topun bana geldiğini görüp yükseldim. Neticede top ağlarla buluştu, mutluyum” demiş. Sahalarda görmek istediğim türden bir klişeyi canlandırdığı için kendisine burdan teşekkür ederken golü için de ayrıca tebrik etmek gerek. Ayrıca kendisi hakkında kısa bir bilgi vermek gerekirse, şuan ismi birçok klüple anılan Bolat 21 yaşında ve 1.87 boyunda. Geçen sezon da son dakikada bir penaltı kurtararak takımının play-off'lara kalmasını sağlayan Bolat 1988 Kayseri doğumlu ve kayserinin plaka numarası olan 38 numarayı forma numarası olarak tercih ediyor.

0 yorum  

Kurşun Top


Geçtiğimiz haftalarda France Football dergisinin dünya çapında oyuncular arasında verdiği ödül olan Ballon d'Or'u merakla takip edip sonunda da Messi'ye gidince de "olması gereken buydu zaten" diye onaylamıştık. Ancak geçtiğimiz günlerde başka bir ödül daha verildi ki bu pek alışık olmadığımız bir ödüldü. Les Cahier du Football dergisinin verdiği ödülün ismi de Ballon de Plomb (Kurşun Top) ve tahmin edebileceğiniz gibi en hayal kırıklığı yaratan futbolculara verilen mizahi bir ödül. Bu ödülün de sadece Fransa'da top koşturan oyuncuları kapsadığını hatırlatarak listenin tepesindeki 2 tanıdık isme dikkatinizi çekmek istiyorum.

1. Mateja Kezman (Paris SG, Zenit) 7716 puan
2. Kader Keita (Lyon, Galatasaray) 6127
3. Nicolas Dieuze (Le Havre, Grenoble) 3478
4. Ivan Klasnic (Nantes) 3281
5. Elliot Grandin (Marsilya, Grenoble) 3202
6. Fred (Lyon) 2490
7. Stefan Babovic (Nantes, Feyenoord) 2473
8. Stéphane Dalmat (Sochaux) 2450
9. Mustapha Bayal (Saint-Etienne) 2177
10. Diego Placente (Bordeaux) 1427
11. Luigi Pieroni (Valenciennes) 1155

Listenin en tepesindeki isim Fenerbahçe'de çok eleştirilerek Paris Saint Germain'e transfer olan ancak orda da 21 maçta 3 gol ile göz dolduramayarak Zenit'e kiralık olarak gönderildi. 7 yıldır dağıtılan bu tatsız ödülün 4. kez PSG'li bir oyuncuya gitmesini sağlayan Kezman aynı zamanda bu ödülü alan ilk yabancı da olmayı başardı. Kezman açısından düşünecek olursak en azından bu sene oynayacağı Zenit takımının bulunduğu lig için böyle keyif kaçıracak ödüller bulunmuyor.




İkinci sırada ise Fildişi Sahilli ve şuan Galatasaray'da oynayan (aslında oynadığı futboldan çok attığı yumruklarla konuşulan) futbolcu Keita bulunmakta. Geçtiğimiz sezon Lyon'da sergilediği başarısız performans ile bu ödülde 2. olan Keita, Lyon forması ile 71 maçta 8 gol kaydedebilmişti.

0 yorum  

Galiptir bu yolda mağlup

Birçok futbol severin keyifle izlediği ve klüpler bazında dünyanın en büyük organizasyonu olan Şampiyonlar Ligi maçlarının gruplarını herkes gibi ben de keyifle seyrettim. Tek Türk takımının mücadele ediyor olması ve onun da grup maçlarına pek de iyi başlamamış olması son derece keyif kaçırıcıydı ancak Manchester United ile oynanan maç ile bu burukluk da biraz kayboldu diyebiliriz. Ancak bu maçta benim dikkatimi çeken birkaç hadise daha vardı. Yazıya başlamadan önce de belirtmek isterim ki bu yazının amacı ne Beşiktaş'ın galibiyetini küçümsemek, ya da hafife almak ne de sahadaki kadrolara bakarak maçın değerini azaltmaktır. Nihayetinde tarihe bir Türk takımının Old Trafford'da aldığı bir galibiyetin geçmiş olması söz konusu.

Maçın sonunda kulağımda hala Ertem Şener'in Rüştü'yü her yerinden öpmesi ve Alex Ferguson'un kafası önünde sahayı terkettiğini söylemesi vardı. Bu da ister istemez beni geçmişe götürdü. 1993 senesinde bu stadda Galatasaray son derece başarılı bir maç oynayarak Manchester United'ı elemişti. O zaman takımın başında Alex Ferguson vardı. Sonra da 1996 yılında Bolic'in ayağından bulduğu gol ile Manchester United'ın 40 yıllık yenilmezlik rekoruna son veren bir diğer Türk takımı vardı: Fenerbahçe. O maçta yine karşı yedek klübesinde Alex Ferguson vardı. Ve sene 2009, bir diğer köklü Türk takımı yine aynı stadda yine bir zafer söz konusu, ancak benim için önemli olan şey karşımızda yine aynı teknik adam. 1986 yılında bu takımın başına gelen Alex Ferguson Türk takımlarından çok çekmiş yani kısacası, ancak bu durumda bizim ders çıkarmamız gereken bir şey yok mu? Türkiye'de bir takımın başında 2 seneden uzun kalan teknik direktörlere kalıcı olduğu söylenirken dünyanın en büyük klüplerinden birisinin başındaki teknik adam olan Alex Ferguson ise bunca ilginç mağlubiyetine, transfer hatalarına rağmen aynı takımın başında. Takım başarıları olarak da Manchester'ı mağdur etmeyen Türk takımı olmamasına rağmen büyük resme bakınca insan gerçekten hangi takımın başarılı olduğunu düşünmeden edemiyor. Benim de elimden Türkiye'deki teknik direktörlere bakış açısının ve günün birinde İngiltere'deki gibi bir teknik direktör anlayışının Türk takımlarında da olacağını ummaktan başka bir şey gelmiyor.

Bu maçla ilgili dikkatimi çeken bir diğer nokta ise sahadaki futbolcuların yaşlarıyla alakalıydı. Alex Ferguson'un sahaya sürdüğü kadro, Manchester United'ın kadro planlamasının bir göstergesi gibiydi adeta. Gruptan çıkmayı garantilemeye çok yakın olan Manchester'ın sahadaki oyuncularının hücum hattındaki 5 isimden 2 tanesi 18, 1 tanesi 19, 2 tanesi ise 20 yaşındaydı. Tahmin ediyorum ki Alex Ferguson da bu gençlerin ciddi sorumluluk aldığı bir maçı kaybetmesine çok da üzülmemiştir. Kazanmanın tadını çıkarabilmek için önce mağlubiyetin ne kadar acı bir durum olduğunun anlaşılması gerektiğini düşünen birisi olarak sanıyorum ki Ferguson da bu genç oyuncularının bu çok da önemli olmayan bir müsabakada mağlubiyetin sevimsiz yüzüyle karşılaşmalarından çok da rahatsız olmamıştır. Ayrıca şunu da aklımdan geçirmeden edemedim, Beşiktaş'ın sahaya sürdüğü kadrodaki Türk oyuncuların birçoğu 3-4 sene sonra gazetelerde ya da televizyon kanallarında yorumculuk yapacakken Manchester United'ın bu maçta sahaya sürdüğü oyuncuların birçoğu Şampiyonlar Ligi'nde final maçı oynuyor olacak.

İnsanın desteklediği takımın, dünya devi takımlara sahayı dar etmesi gibi bir eğlence daha yoktur herhalde bir taraftar için. Ancak umarım ki bu galibiyetler de devam ederken birgün biz de İngiltere'de örneklerini gördüğümüz değerleri anlayabiliriz. Böylelikle de her sezon teknik direktör değiştirmeyi bırakıp basit çözümler peşinde koşmaktan vazgeçebilir ve genç oyunculara güvenip onlara hakkettiği değeri vererek ve ülke futbolunun biraz geleceğini düşünerek günü kurtarmaya yönelik oyuncu tercihleri yapmayı bırakabiliriz.

0 yorum  

Dünya Kupasına giden teknik direktörler ne kadar kazanıyor?

Dünya'nın en büyük futbol organizasyonu olan Dünya Kupası'na kalan 32 takım belli olunca haliyle bu takımlar ve teknik direktörleriyle ilgili haberler de ortalıkta dolaşmaya başladı. Arjantin'in Ole gazetesi ise 2010 Güney Afrika Dünya Kupası'na gitmeye hak kazanan 32 takımın teknik direktörlerinin yıllık kazançlarını araştırmış. Bizim ülkede de bir zamanlar baya sorun olmuşken bu konu dünya çapındaki isimlerin de kazançları arasındaki büyük fark dikkat çekiyor. İşte dünya kupasında takımlarını yönetecek 32 teknik direktörün dolar olarak yıllık kazançları.

- Fabio Capello (England): 9.900.000
- Marcelo Lippi (Italy): 3.000.000
- Joachim Löw (Germany): 2.300.000
- Javier Aguirre (Mexico): 1.800.000
- Carlos Parreira (South Africa): 1.800.000
- Berter van Marwijk (Holland): 2.700.000
- Ottmar Hitzfeld (Switzerland): 2.600.000
- Vicente del Bosque (Spain): 2.200.000
- Carlos Queiroz (Portugal): 2.000.000
- Pim Verbeek (Australia): 1.820.000
- Dunga (Brazil): 1.250.000
- Diego Maradona (Argentina): 1.200.000
- Takeshi Okada (Japan): 1.200.000
- Ricki Herbert (New Zealand): 1.200.000
- Otto Rehhagel (Greece): 1.150.000
- Paul Le Guen (Cameroon): 960.000
- Marcelo Bielsa (Chile): 850.000
- Vahdi Halilhodzic (Ivory Coast): 740.000
- R. Domenech (France): 720.000
- Hun Jung Moo (South Korea): 600.000
- Morten Olsen (Denmark): 570.000
- Milovan Rajevac (Ghana): 540.000
- Bob Bradley (USA): 400.000
- Radomir Antic (Serbia): 447.000
- Matjaz Kek (Slovenia): 360.000
- Gerardo Martino (Paraguay): 360.000
- Rabah Saadane (Algeria): 360.000
- Reinaldo Rueda (Honduras): 350.000
- Vladimir Weiss (Slovakia): 312.000
- Oscar Washington Tabárez (Uruguay): 300.000
- Kim Jong Hun (North Korea): 250.000
- Shaibu Amodu (Nigeria): 180.000

0 yorum  

El Clasico Beyazperdede!


Öncelikle verdiğim birkaç günlük aradan dolayı başta dostum Parahuman olmak üzere hepinizin affına sığınırım. Hayat meşgalesi en büyük keyfim olan futbola vakit ayırmama bile izin vermiyor artık.

Neyse, bir dokun bin ah işit modundan çıkıp default modumuza dönelim ve burada sadece futboldan, futbolun güzelliklerinden bahsedelim.

Bahsetmek istediğim olayın üzerinden bir haftadan fazla zaman geçti ama bu olay bence yıllarca hatırlanabilecek, futbolun güzellikleri arasında anılabilecek bir olay. (Bu süslü cümlelerle aslında bu yazıyı yazmakta geç kaldığımı örtmeye çalışıyorum ama sanırım başaramıyorum.)

Bildiğiniz gibi El Clasico, yani Barcelona-Real Madrid maçı dünyanın en iyi birkaç derbisi arasında gösteriliyor. (Aslında bu bir derbi değil, rivalry. Ancak derbi kavramı çok farklılaştı ve artık biz de bu şekilde kullanmaya mecburen alıştık.) Öyle ki neredeyse bir Şampiyonlar Ligi finali kadar ilgi görüyor. Tabii yetkili isimler de bu ilgiye karşı ilgisiz değiller ve bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyorlar. Uyanıkların aklına müthiş bir fikir geliyor: El Clasico'yu sinemalarda yayınlamak!

Bu sadece bir fikir olarak kalmıyor ve gerçekleşiyor. Sonuç: Toplam 51 salonda 16 bin kişi, 8 euro karşılığında bu muhteşem şöleni kocaman perdede ve en iyi ses kalitesiyle izliyor. Bu da futbolun bir güzelliği olarak, en güzel futbol ülkesi İspanya'ya yakışır şekilde tarihe geçiyor.

Bir düşünün. Taksim'de AFM Fitaş Sineması'nda Galatasaray-Fenerbahçe derbisi dev ekranda veriliyor ve herkes bir arada, sinema koltuklarında bu muhteşem maçı izliyor. O günleri de görecek miyiz acaba?

Tabi bizim milletimizin sinema algısı biraz farklı olduğu için, sinema salonunda yaşanabilecek olayları da az çok hayal edebiliyorum. Ya da sinemaya farklı beklentilerle gelmiş bazı izleyiciler bekledikleri ortamı bulamayabilirler. Birileri çok fazla bağırdığı için başka birileri "Lütfen sessiz olur musun?" ya da birileri sürekli oturup kalktığı için "Oturur musun arkadaşım göremiyorum!" tarzında uyarılarla saçma sapan mevzular ortaya çıkabilir.

Eğer maç canlı yayınlandıysa, kimsenin gidip 4-5 euro'ya (veya TL hesabıyla 8-10 TL'ye) maçı barda veya cafede izleyeceğini sanmıyorum, gidip sinemada izler herkes -ki canlı yayınlanmadıysa da bir anlamı kalmıyor olayın. Bu şekilde bu sistemin -her şeye rağmen- ülkemize de gelmesini çok isterdim. Dediğim gibi, saçma sapan tartışmalar yüzünden tatsız bir ortam oluşabilir belki, ancak yine de bir denemekte fayda var derim...

1 yorum  

Nasıl oluyor da oluyor?

Tüm spor dallarında eşitlikten yanayım. Zaten aksi durum etiğe de aykırı bir durum. Eşitlikten kastım ise her konuda eşitlik. Örneğin bütün dünya ülkelerinin futbol takımlarında yabancı oyuncu sınırlamasının aynı olmasından yanayım. En azından kıtalar için aynı olmalı çünkü Şampiyonlar Ligi, ya da UEFA Avrupa Ligi gibi organizasyonlarda bütün takımlar aynı koşullarda mücadele edebilsin. Ancak bugün okuduğum bir haber yine sinirimi bozmaya yetti.

Habere göre Delgado'nun sakatlığının iyileşiyor olması Beşiktaş'a dert olmuş yabancı sınırı açısından, bu yüzden de Beşiktaş Bobo'nun Türk vatandaşı olabilmesi için başvuruda bulunacakmış. Aklıma bikaç sene önceki Nobre olayı geldi ister istemez. Bir oyuncunun Türk vatandaşlığına geçmesine ya da Milli takımda oynamasına karşı bir insan değilim, ancak bir oyuncunun milli takımda oynama ihtimali baz alınarak Türk vatandaşlığına geçme başvurusu yapıp bundan sadece o oyuncunun klubünün fayda sağlamasına son derece karşıyım. Nobre olayında da hatırlanacağı gibi 2 sene Türkiye'de forma giymiş olan Marcio Nobre Beşiktaş'a transfer olunca nasıl olduysa Bakanlar Kurulu kararı ile "Türkiye'ye faydalı olacak" görüşü ile Türk vatandaşlığına sahip olmuştu. İlk olarak anlamadığım nokta 1 ay önce Fenerbahçe'de oynarken Türkiye'ye nasıl faydalı değildi de 1 ay sonra Beşiktaş'a geçince bir anda faydalı oldu? Eğer bu faydadan kasıt Milli takım ise, böyle bir karar Milli takım teknik direktörüne sorulmadan çıktı? Hakeza Nobre'nin Milli takım forması giymişliği de yok henüz. Nasıl oldu da bu olaydan tek fayda sağlayan Beşiktaş oldu? Ve yine nasıl oluyor da aynı durum tekrardan sadece Beşiktaş için söz konusu? Süper Ligi yakından takip ettiğim son 8-10 yıllık sürede neden benim bildiğim kadarıyla başka 5 yılını doldurmadan Türk vatandaşlığına geçebilmiş bir oyuncu yok? Açıkcası ben Türkiye'de oynayan ve Türk vatandaşlığına geçmeyi planlayan bir oyuncu olsam ve ben 5 yılı doldurmaya çalışırken sadece Beşiktaş'ın oyuncuları 2 senede Türk vatandaşlığına geçip ne milli takımda oynayıp ne de Türkiye'ye bir fayda sağlamıyorsa böyle bir eşitsizliğe tahammül etmek yerine başka bir ülkede top koşturmayı tercih ederdim. Umarım Nobre olayında yaşanan saçmalık bir kere daha ve yine aynı takım için tekrarlanmaz.

0 yorum  

Neylesin Kazım?

Son günlerde medyayı da benim kafamı da sıkça kurcalayan bir konu var. Malum Fenerbahçe'li genç futbolcu Colin Kazım Richards bir trafik kazası geçirdi. Talihli sayılabilecek derecede az yarayla kazayı atlatan Kazım'ın antremana gitmeden birkaç saat önce gece geç saatlerde bir takım arkadaşı ile bir klüpten çıkarkenki görüntüleri medyaya sızdı. Benim de akşam akşam işim gücüm yok diye oturdum empati yapayım bakalım ne olacak dedim.

Teknik direktörün açısından bakacak olursak, hiçbir teknik direktör oyuncusunun sabaha kadar eğlenip yeterince dinlenmeden ve düzenli beslenmeden antremana gelmesini istemez. Ayrıca oyuncunun mental olarak da kendini antremana hazırlayamayacak olması ve normale göre daha fazla hata yapacak olması da muhtemel. Peki bu oyuncu kadrodaki mevkidaşlarına göre çok daha üstün (yaşamına dikkat etmeyorkenki hali ile dahi) bir futbolcu ise teknik direktör ne yapmalı? Mecburen yine bu oyuncuyu maçta kullanmak zorunda.

Takım arkadaşları açısından bakacak olursak, sırf futbol becerilerini geliştirebilmek adına son derece düzenli bir hayat yaşayan, bütün antremanlara katılan ve hatta antremanlardan sonra sahada kalıp çalışan bir futbolcu, sabaha kadar içip antremana gelip yine de ilk 11'de sahaya çıkan bir oyuncuya karşı kötü duygular besleyebilir. Bunda da pek haksız olduğu söylenemez. Ayrıca bir süre sonra hocanın diğer oyuncuyu oynatma kararından ötürü teknik heyete karşı da bir öfke besleyebilir.

Taraftar açısından bakacak olursak, sanırım taraftar yine bu durumda en az mutlu olarak taraftır. Eğer sabaha kadar eğlenen oyuncu kötü oynarsa teknik direktöre kızılır ve diğer oyuncuların hakkının yendiği düşünülerek teknik direktöre ve sabaha kadar eğlenen oyuncuya karşı bir öfke duyulur. Eğer sabaha kadar eğlenen oyuncu ilk 11'de maça çıkıp çok iyi oynarsa "bu haliyle bu kadar oynuyorsa bir de biraz kendine dikkat etse ne kadar daha iyi olacak demek ki" diye beğenilmez. Söz konusu oyuncu kadro dışı bırakılır ve onun yerine oynayan oyuncu iyi oynarsa "biz bu adama bu kadar parayı kenarda otursun diye mi verdik, diğer oyuncu zaten çok iyi oynuyor" diye beğenilmez. Diğer oyuncu kötü oynarsa da "bu adam sabaha kadar eğleniyor falan ama yine de bu kadar kötü oynamaz hoca yanlış karar vermiş" der. Kısacası sanırım bu durumda taraftar her türlü mutsuz olabilen bir grup.

Son olarak ise olaya Kazım'ın açısından bakmak istiyorum, hayatının en güzel gençlik dönemlerindeki bir insan doğal olarak birileriyle bir yerlere gidip eğlenmek isteyebilir. Düşünülünce bu futbolcunun 9 ay boyunca her haftasonu lig maçı, bu süre boyunca haftaiçi de avrupa müsabakaları ve kupa maçları oynadığı görülür. Aynı zamanda bu oyuncu milli takımda da forma giyiyorsa yazın da doğal olarak milli takım kampında ve müsabakalarında olacaktır. Yani bu insanın hayatının bir senesinde eğlenebilmek için sadece 5-10 günü mü olacak? Bu da hiç mantıklı gelmiyor.

İşte böyle karışık bir konuydu bu. Boşa koysan dolmaz doluya koysan almaz. Kimin açısından bakarsan haklı ve haksız yanlar bulmak mümkün. Ancak bunca şeyin arasında emin olduğum tek bir şey var ki, bu olay medyada bu kadar abartılmaya devam edilirse bu haberleri gören hiçbir yabancı futbolcuyu Türkiye'deki bir takıma getirmek mümkün olmayacaktır. Medyanın bu sorunu oyuncu ve klüp arasında çözmeye izin vermesi gerekir. Eğer klüp bu durumdan bir rahatsızlık duymuyorsa ve oyuncuya ceza verilecek bir sebep görmüyorsa büyütmenin pek anlamı da kalmıyor.

0 yorum  

Dünya kupasına 33. takım?


Dünya kupası eleme maçlarından Fransa - İrlanda karşılaşmasında Henry'nin eliyle yaptığı asistten daha önce Herkes eşittir ama bazıları daha eşittir yazısında bahsetmiştik. Ancak sonrasında dünya kupası tarihinde ilk defa yaşanan bir olay gerçekleşti. İrlanda geçtiğimiz haftalarda Henry'nin eliyle asist yaptığı 1-1 biten rövanş maçının tekrarını istemişti ancak bu istekleri geri çevrilmişti. Şimdi ise Fifa'ya 2010 Fifa Dünya Kupası'na 33. takım olarak katılma talebini iletti. İlginç olan ise Fifa başkanı Sepp Blatter'in bu konuyu gündeme getireceğini söylemesi oldu. İlginç bir durum çünkü böyle birşeyin mümkün olmayacağını herkes bilirken Sepp Blatter'in kahraman olma amacıyla böyle birşeyi gündeme getireceğini söylemesiydi. Zaten Fifa Genel Sekreteri Jerome Valcke yaptığı açıklama ile İrlanda'nın haksızlığa uğramış olsa bile Dünya Kupasına katılma ihtimallerinin olmadığını çünkü organizasyon prosedüründe böyle değişiklikler yapılamayacağını vurguladı. Dünya tarihinde belki de ilk defa bir konu görüşülmeden reddedilmiş oldu böylece. Ancak herkes İrlanda'nın haksızlığa uğradığı için biraz adalet beklerken Sepp Blatter'in gerçekleşmeyeceğini bildiği birşeyi toplantıda gündeme getireceğini söyleyerek kahraman olma çabasını pek profesyonellikle bağdaştıramadığımı da söylemek isterim.

0 yorum  

Bir maçta on gol


Takımlar arası kalite farkında en büyük uçurum olan liglerden birisi olan Premier League'dir benim kanaatimce. Zirvedeki takımlar ile ligde kalmaya çalışan takımlar arasındaki fark ligin kalitesini de bir nebze düşürüyor olsa da her takımın kendi sağlam taraftar kitlesi sayesinde maçlar heyecanını kaybetmiyor. Ancak 22 Kasım'da öyle bir maç oynandı ki çok gollü maç izlemeyi sevenler bile kaybeden takım adına rahatsız olmuşlardır.

Ligin üst sıralarını zorlayan Tottenham Hotspur ile, ligin alt sıralarından kurtulmaya çalışan Wigan Athletic arasında oynanan maçta seyirciler tam 10 gol izlediler. Maç Tottenham'ın 9-1'lik üstünlüğü (üstünlük demek yetersiz kalabilir) ile son buldu. İlk yarısı 1-0 biten karşılaşmanın ikinci yarısında Defoe'nin etkili oyunu ile 5 gol bulması ile Wigan'ı adeta çimlere gömdü diyebiliriz. Bana ilginç gelen bir nokta ise gollerin 87, 88, 90. dakikalarda gelmesi. Bu son üç gole kadar 6-1'lik skor Tottenham'lıların neyine yetmemiş olabilir ki son 4 dakikada 3 gol atmaya gerek görmüşler.

Her futbolsever kadar ben de çok gollü maçları severim ancak böylesini değil. İnsan ister istemez bir yerden sonra kaybeden takıma acımaya başlıyor. 10 gol olacak bir karşılaşmanın 9-1 ya da 10-0 bitmesi yerine 5-5 ya da 6-4 bitmesini yeğlerdim.

0 yorum  

Herkes Eşittir Ama Bazıları Daha Eşittir

Başlıktaki cümle George Orwell'in Hayvan Çiftliği kitabından alıntı. Aslında komünizmi tanımlamak için söylenmiş. Ancak şöyle bir bakıldığında bu güzel sözün dünya üzerindeki adalet sistemlerinin eşitlik anlayışını özetlediğini anlamak zor değil.

Evet, dün akşamki Fransa-İrlanda Dünya Kupası Avrupa Play-Off Elemesi rövanş maçından bahsediyorum. İrlanda aslanlar gibi mücadele ederken ve maçı Robbie Keane'in 33. dakikada attığı golle 1-0 önde götürürken herkes hakemin Platini'den hiç etkilenmediğini ve maçı aslanlar gibi yönettiğini düşünüyordu. Zira Fransızlar her zamanki gibi kendilerinden beklenen tüm çirkeflikleri sergiliyordu. Bundan önce kendisine sempati duyduğum Anelka ve çirkefliklerine daha önce de şahit olduğumuz Henry her pozisyonda kendilerini yere atmaya başladı, Anelka özellikle ceza sahasında yere bırakıyordu kendisini ancak 'Platini'den etkilenmemiş hakem' yememişti bu numaraları, 'Bravo!' dedik.

Ne olduysa 103. dakikada oldu. Öncesinde ofsayt olan bir pozisyonun devamında Thierry Henry topu eliyle güzelce önüne aldı ve yine eliyle William Gallas'a asist yaptı, Gallas'ın attığı golle durum 1-1 oldu, maç bu skorla bitti ve Fransa 2010 Güney Afrika Dünya Kupası'na katılmaya hak kazandı.

Hak kazandı derken içim hiç rahat değil ancak maçın hakemi, sevgili Michel Platini ve dünya yıldızı Thierry Henry'nin içi ne kadar rahat, bunu merak ediyorum.. Umurlarında bile olmadığını biliyorum aslında ama benimki de merak işte.

Thierry Henry maçı kazanmak için her türlü yola başvurabilecek karakterde bir oyuncu. İnsanların kendisine karşı olan antipatileri umrunda bile olmuyor. "Kariyerli bir yıldızım, bu kadar başarım var, böyle pislikler yaparak insanları kendimden nefret ettirmeyeyim" diye düşünmüyor. 2003 yılında oynanan Fransa-Türkiye Konfederasyon Kupası maçında son dakikalarda topu korner direğinin önünde saklayarak vakit geçirmesini hatırlarsınız. İşte o zamandan beridir saklarım içimde kendisine olan antipatimi. Büyük takımlar, özellikle de Fransa, kazanabilmek, turnuvalara katılabilmek için futbolun içinde olmayan tüm çirkinliklere başvururlar ve bu artık normal kabul edilmiştir. Hatta UEFA'nın başında bir Fransızın, Platini'nin olması ve bunun üzerine bu çirkefliklerin dönmesi bile şu durumda sorgulanmaz, gayet olağandır.

Maç sonunda Henry'nin yaptığı, "Dürüst olmam gerekirse topu elle aldım, ancak ben hakem değilim, yapacak bir şeyim yoktu" açıklaması ise kendisini futbolseverlerin gözünde aklamayacaktır. Bu dürüstlüğünü pozisyonun hemen sonrasında göstermesini ve bir efsane olmasını beklerdik. Gerçi dürüstlük kavramının da içi o kadar boşaltıldı ki, sanırım Henry pozisyonun hemen ardından hakeme gidip, "Topu elle aldım, golü saymayın" itirafında bulunsaydı, tüm insanlar tarafından "keriz" ilan edilirken, Fransa halkı tarafından "hain" ilan edilirdi.

Sonuç olarak Domenech ve şürekasını böylesine bir haksızlığın ardından 2010 Güney Afrika Dünya Kupası'nda görmek hiç hoşuma gitmeyecek. Zevksiz bir Dünya Kupası izleyeceğiz galiba.

0 yorum  

Dünya'da Yılın Futbolcusunu Biz Seçiyoruz!


'2009 FIFA Dünya'da Yılın Futbolcusu Ödülü' için birkaç gün önce aday listesi açıklandı. Çoğunluğu tahmin ettiğim isimler olmasına rağmen arada birkaç sürpriz isimle karşılaşmadım da değil. Oyuncuların çoğunun Barça'dan çıkmış olması benim için sevindirici oldu elbet. Şimdi duygusallığı bir kenara bırakacağım ve listedeki her isimle tek tek ilgilenip kendi tahminlerimi yürüteceğim.

1-Michael Ballack: Chelsea'de top koşturan ve artık kariyerinin son demlerini yaşayan 33 yaşındaki Alman yıldız, bence listedeki en zayıf isimlerden birisi. Hala çok koşuyor, hala birçok gence taş çıkaracak derecede performans sergiliyor fakat Dünya'da Yılın Futbolcusu seçilmesi ben dahil birçok futbolsever için büyük sürpriz olur.

2-Gianluigi Buffon: Artık hemen herkes tarafından gelmiş geçmiş en büyük kalecilerden biri olarak gösterilen Juventus'un file bekçisi listedeki tek İtalyan isim. Ancak kariyerinde çok büyük başarılar yakalamış olan Buffon'un daha önce kazanamadığı bu ödülü bu sene kazanması çok zor.

3-Iker Casillas:
Listedeki diğer kaleci R. Madrid'in vazgeçilmezi Casillas. Ancak Casillas ne kadar müthiş bir performans göstermiş bile olsa, bu ödülü daha önce hiçbir kalecinin almamış olması istatistiğine dayanarak bu sene de bu kuralın bozulmayacağını ve Casillas'ın en fazla 8 sene önceki Oliver Kahn'ın başarısını yakalayıp 2. veya 3. olabileceğini düşünüyorum.

4-Diego: Werder Bremen'den Juventus'a transferi ile dikkat çeken Brezilyalı orta saha oyuncusu bence çok sıradışı bir futbolcu değil ve bu listede bana göre en zayıf isimlerden biri.

5-Didier Drogba: Bu sezon gösterdiği performansla yeniden eski günlerine döndüğünün sinyalini veren Drogba, yine de listedeki diğer yıldızların yanında bu ödülü kazanması en düşük oyuncular arasında.

6-Michael Essien: Son 4 yıldır Afrika'da Yılın Futbolcusu seçimlerinde ilk 3'e ancak girebilen fakat bir türlü 1. olamayan Essien'in bu büyük ödülü kazanma şansı ise neredeyse yok gibi.

7-Samuel Eto'o: Barça formasıyla yıldızı parlayan, kariyerinde Barça haricinde R. Madrid ve Mallorca gibi markalar taşıyan ve son olarak olaylı Ibrahimoviç takasıyla Inter'e transfer olan, golleriyle gönlümüzde taht kuran Afrikalı santrfor, bana göre ödüle en yakın 4-5 isimden biri. Belki de Weah'tan sonra bu ödülü alan ikinci Afrikalı olacak Eto'o. Fakat takım arkadaşı Messi’nin olağanüstü performansı onu biraz daha gerilere itiyor.

8-Steven Gerrard: Şu alemde en sevdiğim Avrupa takımlarından biri olan Liverpool'un gözbebeği ve yine tek sevdiğim İngiliz olan Gerrard, maalesef gece hayatına düşkünlüğü ve inişli çıkışlı performansı sebebiyle sanırım bu ödüle uzaktan bakacaklar arasına katılacak.

9-Thierry Henry: Daha önce bu ödüle iki kez yaklaşmış, fakat ikincilikle yetinmişti Thierry. Arsenal'deki muhteşem yıllarında bu payeyi kapamayan Henry, Barça'da sol açık oynuyor ve eski mevkiini unuttuğu için bizim bildiğimiz performansını mumla aratıyor. O yüzden üzülerek bu ödüle uzak olduğunu düşünüyorum.

10-Zlatan Ibrahimoviç: Bitirici, öldürücü, katil gibi sıfatların hepsine sahip olan ve bütünüyle mükemmel bir santrfor olan Zlatan, İtalya'daki normalden uzun macerasından sonra sonunda dünyanın en büyük kulübü Barça'ya geldi ve gollerine burada devam ediyor. Ödüle en yakın isimlerden biri ve hatta gönlümden geçen iki isimden birisi Ibrahimoviç.

11-Andres Iniesta: Top ayağındayken nereye atacağını daha top ayağına gelmeden düşünen bir mucit Iniesta. Barça'nın gizli kahramanı rolünde olan yıldız futbolcu, ancak görünür kahraman haline geldiğinde bu ödüle ulaşabilir. Diğer isimler arasında Iniesta zayıf gözüküyor...

12-Kaka: Çok sevdiğim Milan'dan bir türlü sevemediğim R.Madrid'e geçen Kaka, 2 yıl önce bu ödüle layık görülmüştü. Bu sezon biraz da Ronaldo'nun gölgesinde kalan yıldız sambacı oynadıkça takımına alışıyor ve gerçek performansını sergilemeye başlıyor. Ancak ödülü almak konusunda biraz isteksiz gördüm kendisini.

13-Frank Lampard: 31 yaşına rağmen hala antrenmanlardan sonra kendini geliştirme adına çalışan Mourinho'nun gözdesi, bu hırsına karşın istikrarlı futbolu dışında ödülü alması adına göze batacak ekstra bir şey yapmadı.

14- Luis Fabiano: Porto ile Şampiyonlar Ligi Kupasını kaldırmasından sonra Sevilla ile arka arkaya 2 defa Uefa Kupası kaldıran Fabiano son iki yıldır oldukça iyi bir performans göstermesine rağmen diğer hücum oyuncularının arasında şansı çok düşük.

15-Lionel Messi: Bana sorsanız Maradona ve Zidane'dan sonra dünya üzerine gelmiş en iyi futbolcu, kendisi hakkında yazacaklarımı buraya sığdıramam. O yüzden sadece diyorum ki, bu ödülü bu listede en çok hakeden futbolcu Messi, ancak sadece duygusal bir tahmin değil bu. Hem benim, hem de sevgili dostum Parahuman'ın bu listedeki favori ismi. Son iki yılda bu ödülü almaya yaklaşan ve ikinci olan Messi'nin artık bu yıl bu ödülü alması şart...

16-Carles Puyol: Barcelona savunmasının belkemiği ve en istikrarlı oyuncularından biri olan Puyol, defans oyuncularının bu ödülü alamama şanssızlığına sahip. Zira bu ödülü 18 yılda yalnızca bir defans oyuncusu kazandı, o da Fabio Cannavaro.

17-Franck Ribery: Galatasaraylılar için bir yürek yarası olan Ribery'yi bir de bu listede görmek, bambaşka bir yara açar kalplerde. Fakat yaş ve teknik açısından Messi'nin arkasında kalan Ribery, bu ödüle uzak olsa da Dünya Kupası'nda Fransa milli takımının yıldızı olacak gibime geliyor.

18-Cristiano Ronaldo: Sevmediğim M. United'dan sevmediğim R. Madrid'e giden sevmediğim bu Portekizli yıldız, geçen yıl bu ödülün sahibi olmuştu. Yine listede Messi'yle birlikte bu ödüle en yakın isimlerden biri olmasına rağmen, bence kendini Messi kadar futbola adamamasıyla rakibinden bir adım geride.

19-Wayne Rooney: Listedeki fiziksel güce dayalı, yani teknik özelliği pek üst düzeyde olmayan ender hücum oyuncularından biri olan Rooney'nin, Ronaldo'nun gidişinden kötü etkileneceğini düşünüyorum. Bu ödül için şansı bence çok çok az.

20-John Terry: Daha önce de söylemiştim, istatistikler bu ödülde defans oyuncularının pek şanslı olmadığını söylüyor. Ancak geçen yıl Chelsea'yi neredeyse tek başına sırtlayan Terry, listedeki defans oyuncuları arasında bu ödülü gerçekten hakeden bir isim.

21-Fernando Torres: Beklenmedik işler yapan Liverpool'un beklenmedik goller atan genç yıldızı Torres, taraftar beklentisini üzerinde en yoğun hisseden oyunculardan biri. Bence de bu listedeki ödüle yakın isimlerden.

22-David Villa: Muhteşem top tekniği ve vuruş yeteneği ile Valencia'nın tek kişilik dev kadrosu adeta. Takımın bir diğer David'i Silva ile beraber Valencia'nın gol yükünü sırtlanıyorlar birkaç senedir. Fakat Valencia'nın istikrarsız tablosu yüzünden Villa'nın bu listede şansı hiçbir zaman yüksek olamıyor.

23-Xavi Hernandez: Barcelona ve hatta İspanya milli takımının orta sahasının en kilit ismi, hem defansif hem de ofansif anlamda komple bir oyuncu olan Xavi, bu listedeki isimler arasında bu ödülü gerçekten hak eden 4-5 kişi arasında. Messi'yi geçip bu ödülü alması benim için sürpriz olsa da üzücü olmaz.

Listeye genel olarak baktım ve 4-5 tane favorim olduğunu farkettim, Eto'o ve Ibra arasında defalarca gittim geldim ve bunlar arasından 3 kişi seçmek gerçekten zor oldu ama bir seçim yapmak zorundayım. Buyurun benim şanslı listem:

1- Lionel Messi
2- Cristiano Ronaldo
3- Zlatan Ibrahimoviç

21 Aralık'ta seçimler yapılacak ve ben sırf bu tahminlerimin ne kadar tuttuğunu görebilmek için o günü iple çekeceğim. Haydi hayırlısı...

Teşekkür: Değerli fikirleri ve yorumları için sevgili dostum Özgür'e...

0 yorum  

Japon efendiliği


Ülkemizde futbola dair en çok tartışılan konunun klüplere verilecek cezalar olması son derece keyifsiz bir durum bence. Japonya'da öyle bir olay yaşandı ki hem bizim klüplere hem bizim yorumculara ders olacak nitelikte. Geçtiğimiz haftalarda FC Tokyo ve Kawasaki Frontale arasında bir kupa final maçı oynandı. Olay ise maç sonrasında yaşandı. Kawasaki Frontale oyuncular kupa seremonisinde ciddiyetsiz tavırlar sergiledi. Madalyaların takıldığı sırada bazıları sakız çiğneyen futbolcuların bazıları da protokolden bazılarının ellerini sıkmadan geçti, madalyalar da takıldıktan hemen sonra çıkardılar. İlginç olanlar ise (aslında bize ilginç gelip oraya göre normal sayılanlar) bu olaydan sonra başladı.

Japon Futbol Federasyonu takımdan verilen ceza ile Yusuke Mori sakız çiğnediği için 1 maç ceza aldı. Ayrıca takımın da sonraki 3 ay boyunca gelirlerinin %10 kesinti uyguladı. Federasyon ve halktan gelen tepkiler klübü çok utandırmış olacak ki olaydan sonraki kendi evinde oynadıkları ve 3-2 kazandıkları ilk maçtan sonra bir özür dileme merasimi gerçekleştirdiler. Bütün futbolcular takım elbiselerini giyip seyircilerin önünde kafaları önde cezalı çocuklar gibi uzunca bir süre durdular. Sonra da kupa finalistleri oldukları alacakları 5.5 milyon euro'luk ödülden vazgeçtiklerini açıkladılar. Ancak federasyon bunu kabul etmedi ve klübün parayı alması konusunda baskıda bulundular. Bunun üzerine klüp de parayı sadece altyapıya kullanma koşulu ile ve bunun da denetlenmesine karar vererek parayı alacaklarını açıkladılar.

Bu olaylar sonrasında gazetelerde atılan 2 manşet ise "Güzel bir jest yaptılar" ve "Önemli olan aynı olayın tekrar yaşanmaması" idi. Bir hata ile başlayan olayın ne kadar güzel noktalara gidebileceğinin en güzel örneklerinden birisi olan bu olayın Türkiye'ye de örnek olmasını ve hem klüpler hem de medya açısından benzer tutumların Türkiye'de de sergilenmesini diliyorum.

Özür seremonisinin videosu için tıklayınız.

0 yorum  

Robert Enke vefat etti


2003 yılı, o zamanlar lisenin son senesini yaşıyordum. Ayrıca yine bu sene hafızamda çok net hatırlayabildiğim ilk maçlardan birisine de sahiplik ediyor. Çok sevdiğim bir dostumla okul olayları kızışmadan gidelim de bir maç izleyelim demiştik. Gittik stada aldık migros tribününde yerimizi. Fenerbahçe İstanbulspor ile hazırlık maçı oynayacak. Yeni transferleri heyecanla bekliyoruz, takımın durumundan da son derece umutluyuz. Maçın sonucunu da çok iyi hatırlıyorum. Büyük heveslerle gittiğimiz ligin açılış maçından 3-0 mağlup ayrılıyoruz ve neredeyse bütün gollerde de o sezonun yeni transferi olan Robert Enke'nin hatalı çıkış yapması durumu var. Sonrasında da bir rekora imza atılarak 31 Temmuz'da transfer edilen kalecinin sözleşmesi 10 Ağustos'ta feshedilerek ligde en az oynayan yabancı oyuncu ünvanını almıştı. İşin enteresan tarafı o sene gittiği sonraki takımda oynarken ligin kalecisi seçilmişti.

Az önce Enke'nin ölüm haberini okurken aklıma o izlediğim maç ve yaşadığım hayal kırıklığı geldi. Açık söylemek gerekirse sebebini bilmediğim bir şekilde son derece üzgün hissettim. Enke'nin o sezon gönderildiği takımda ligin kalecisi seçildiğini öğrenmem üzerine "iki taraf için de hayırlı olmuş" diye düşündüydüm ancak şimdi görüyorum ki hayatında önemli şanssızlıklar yaşamış Enke. Hannover 96'nın kalesini koruyan 32 yaşındaki (ki bir kaleci için çok da ileri olmayan bir yaş bence) kaleciye birkaç hafta önce bakteriyel mide rahatsızlığı tanısı konmuştu. 8 kere Almanya Milli Takımı formasını giyme başarısını da göstermiş kalecinin daha büyük talihsizliği ise 2006 yılında kalp rahatsızlığı yüzünden kaybettiği 2 yaşındaki kızı. Hayatını sonlandırma kararı veren Enke, tren çarpması sonucu hayata gözlerini yumdu ve polis de bunun bir intihar olduğunu doğruladı. Açık konuşmak gerekirse bu tatsız sonda kariyerinin de etkisi olduğunu düşünmeden edemiyorum. Zor bir hayat geçiren Enke'nin ölüm haberini okurken son derece üzüldüm, sağlığın ne kadar önemli olduğunu ve başı hiç sıkıntılardan kurtulmayan bu adamın bana futbolun sadece bir oyun olduğunu önemli olanın insan hayatı olduğunu hatırlatmasındandı belki. Rahat uyumasını temenni etmekten başka birşey gelmiyor elimden.

0 yorum  

Çarşı Demirören'e karşı

Son bir aydır Beşiktaş cephesinde olan biten olayları hayretle izlemekteyim. Malum Beşiktaş seyircisinin başkan Yıldırım Demirören'e karşı oldukça ağır bir tepkisi var. Son maçta da Yıldırım Demirören bu küfürlere karşı sabrı taşıp birşeyler yapmaya başlayınca ben de bu yazıyı yazmak için kongreyi bekleme fikrinden vazgeçip bugün aklıma ilk gelenleri yazmaya karar verdim. İlginç bir nokta ise rakip klüp başkanlarının arıyıp Yıldırım Demirören'e destek vermesi ve karşılaştığı küfürler karşısında moral vermesiydi. Bu tepkiyi benim gibi ilginç bulanlardan değilseniz birkaç ay öncesine dönüp bugüne kadarki süreci irdelemekte fayda var.

Geçtiğimiz sezonu Beşiktaş bilindiği üzere 2 kupa ile tamamladı. Oldukça uzun zamandır 2 kupayla şampiyonluk yaşamış bir takım pek hatırlayamıyorum, bu açıdan büyük bir başarı sayılabilir. Takımın oynadığı futbol lig için yeterli olarak görülüyor. Yönetim, futbolcular ve teknik heyete karşı bir tepki yok.

Bu sezonun başlangıcına dönersek transfer açısından çok büyük bir aksaklık olduğunu da düşünmüyorum. Yaklaşık aynı ayarda bir oyuncu kadrodan çıkarılıp bir benzeri kadroya giriyor, Gökhan Zan ilginç bir şekilde Galatasaray'a gidiyor, sonrasında da transfer süresi içerisinde istenilenler yapılamayınca son günlerde ligi tanıyor olması avantaj olarak görülmüş olacak ki Tabata kadroya katılıyor. Tabata'ya verilen para son derece yüksek görülüyor, bu konuda katılmamak mümkün değil. Ancak bu transferin bu kadar hayal kırıklığı olmasının esas sebebi medyada çıkan Deco haberleri yüzünden taraftarın beklentisinin yüksek olmasındandı bence.

Son 1 aya bakacak olursak, geçen sene şampiyon olan kadronun iskelet kadrosu duruyor diyebiliriz. Teknik heyette hiçbir değişiklik yok. Takımın tesisleri imkanları aynı. Takım oldukça uzun süre kötü sonuçlar alınıyor ve bu konuda tepkiyi (ve ne yazık ki küfürleri) sadece Yıldırım Demirören üstlenmek zorunda kalıyor. Transferlerin başarısız olduğunu varsayarsak bile bu sportif başarısızlıkta Yıldırım Demirören'in en az payı olan insanlardan birisi olduğunu düşünenlerdenim. Spekülatif konulara girmek istemem ancak ister istemez Süleyman Seba ve Serdar Bilgili'nin benzer şeylere maruz kalıp başkanlıktan ayrılmaları ve bu başkanlara karşı yapılan protestoların arkasında birilerin olduğunu düşünmeden edemiyorum. Ancak somut bir kanıt olmadan bu benim düşüncemden ibaret kalıyor.

Bunları düşünerek olaya bakınca herkesin beğenmediği birşeye karşı protesto etme hakkı olduğu ve bunu kullanabildiğini görüyoruz. Bunun dışında küfürü kendi klübü içindeki bir insana karşı bu kadar rahat kullanabilen bir taraftarı anlamak mümkün değil. Yumurtalı protesto kısmını da gereksiz ve yersiz buluyorum. Zamanında Serdar Bilgili'yi de küfürlerle yollayan bu seyirci yerine gelen Yıldırım Demirören'den ne kadar pişman olduklarını unutmuş olacaklar ki aynı yöntemle bir başkanı daha yollamak için çabalıyorlar. Kongreyi ben de merakla beklemekteyim artık. Neticeyi bilemiyorum ama tek ümidim Türk futboluna hayırlı olmasıdır.

0 yorum  

Kariyersiz Yıldızlar

Yazının başlığına bakıp da aldanmayın, tamamen kariyeri sıfır olan yıldızlardan bahsetmeyeceğim. Kimi alanlarda inanılmaz başarılara imza atarken, en çok başarı beklenen büyük turnuvalarda bir türlü kariyer yapamayan, içinde ukte kalan yıldızlardan bahsedeceğim. Buyurun buradan:

Roberto Baggio:

Tartışmasız İtalyan futbolunun gelmiş geçmiş en büyüklerinden biri olan Baggio, '93 yılında müthiş bir patlama yaptı ve hem Avrupa'da, hem de Dünya'da yılın futbolcusu seçildi. Bundan 10 yıl sonra da Altın Ayak (European Golden Foot) ödülüne layık görüldü. Ancak bunun haricinde hem kulüpler bazında bir Avrupa şampiyonluğu, hem de milli takımda bir Dünya Kupası veya Avrupa Kupası gibi başarıları yok. Baggio kariyerinin en dramatik anını '94 Dünya Kupası'nda Brezilya'ya karşı İtalya formasıyla oynadığı final maçında yaşadı. Penaltılara kalan maçta son penaltıyı kalenin üstünden dışarı yollayarak milli takımını Dünya şampiyonluğundan mahrum bıraktı. Roberto Baggio bence en yetenekli ama en talihsiz büyük yıldızlar arasında 1. sıraya yerleşmeyi hak ediyor.



Ruud van Nistelrooy:


PSV'den Manchester United'a gelip İngiliz futbolseverlerin gözbebeği olan, "Ruud-Ruud-Ruud" tezahüratlarıyla taraftarın koca Old Trafford'u inletmesinin müsebbibi, birkaç sene önce de Real Madrid'e transfer olan Nistelrooy'un PSV, M.United ve R.Madrid formalarıyla toplam 350 maçta 267 golü bulunuyor. Ancak başarıları gol krallıklarıyla bezenmiş olan Nistelrooy'un kariyerinde herhangi bir Avrupa Kupası, Dünya Kupası, Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu veya UEFA Kupası gibi bir başarı yok. Hollanda'nın Van Basten'den sonra gelmiş belki de en büyük golcüsünün içinde böyle bir ukte kalmış olması da dramatik tabii.

Michael Ballack:


Kariyerine Chemnitz kulübünde başlayan, üstün Alman teknolojisi olarak nitelendirilebilecek olan Ballack, ilk şampiyonluğunu Kaiserslautern ile yaşadı. Ardından Bayern Münih'te 3 kez lig şampiyonluğu yaşayan Michael Ballack, Leverkusen ve Chelsea formalarıyla iki kez Şampiyonlar Ligi finalinde oynamış olmasına rağmen, hiç Avrupa şampiyonluğu göremedi. Ayrıca Almanya milli takımı forması ile Dünya Kupası'nda bir kez final, bir kez yarı final, Avrupa Şampiyonası'nda ise bir kez final oynadı fakat hiç kupa kaldıramadı. Ancak kupa başarısızlığı haricinde kişisel olarak birçok başarısı var Ballack'ın. 2002 yılında Avrupa'da Yılın En İyi Ortasaha Oyuncusu; 2002, 2003, 2005 yıllarında Almanya'da Yılın Futbolcusu, Euro 2008'te Bronz Ayakkabı öüdülünü kazandı. Ballack'ın bu yıl Chelsea formasıyla kariyerinin sonlarına doğru bir Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yaşarsa adını Kariyersiz Yıldızlar listesinden kendi elleriyle silme şansı ise hala devam ediyor.

Roy Makaay:


Hollanda futbolunun son yıllarda Nistelrooy ile birlikte yetiştirdiği en büyük yıldızlardan biri olan Roy Makaay'ın uluslararası arenadaki tek başarısı 2003 yılında Deportivo La Coruna forması altında attığı 29 golle Altın Ayakkabı ödülünü almak oldu. Onun haricindeki başarıları bir kez Deportivo ile La Liga şampiyonluğu, 2 kez de Bayern Münih ile Bundesliga şampiyonluğu. Hollanda milli takımı formasıyla 43 maçta attığı 16 golün haricinde herhangi bir turnuva başarısı da mevcut değil.



Gabriel Batistuta:

Totti ile birlikte Roma'nın son yıllardaki efsanelerinden biri olan Arjantinli yıldız, nam-ı diğer Batigol, ilk ve tek lig şampiyonluğunu Roma ile 2001 yılında yaşadı. Bundan önce 9 sezon Fiorentina formasıyla Serie A'da top koşturan ve defalarca gol kralı olan Batistuta, 11 maç üstüste gol atarak hala kimsenin kıramadığı bir rekora imza attı. Ancak tüm bunların dışında Batigol'ün ne kulüpler bazında bir Avrupa Şampiyonluğu, ne de Arjantin milli takımı ile bir kez Copa America şampiyonluğu haricinde bir turnuva başarısı var. İtalya'da hemen her yaştan futbolseverin gönlünde yer etmiş olan Batigol kariyerini Katar'da noktaladı.




Eric Cantona:


Tüm hırçınlığına ve kavgacılığına rağmen M.United'ın unutulmazları arasına ismini yazdırmayı başaran Fransız yıldız Cantona'nın M. United formasıyla aldığı 4 yıl üstüste Premier Lig başarısı haricinde herhangi bir Avrupa şampiyonluğu ya da Fransa milli takımı ile aldığı bir turnuva başarısı bulunmuyor. Kariyeri boyunca 432 maçta 161 gol atan Cantona mükemmel futbolunun ve milimetrik paslarının yanında Crystal Palace maçında seyircilerden birine attığı uçan tekmeyle, maç içinde formasının yakalarını kaldırmasıyla ve entelektüel yaşantısıyla efsaneleşmişti.


Christian Vieri:

İtalyan futbolunun en golcü oyuncularından biri olan dev adam Vieri, sadece '97 yılında bir kez Juventus ile Serie A şampiyonluğu yaşadı. Bunun dışında bir kez de Lazio ile Kupa Galipleri Kupası'nı (şimdiki UEFA Avrupa Ligi) kaldıran Vieri'nin ismine ve attığı gollere yaraşır kayda değer bir başarısı bulunmuyor. Ne üstüste gelen şampiyonluklar, ne Avrupa şampiyonlukları, ne de İtalya milli takımı ile herhangi bir başarı... Ancak yine de 330 maçta attığı 185 golü ve gol krallığı yabana atılamaz.




Juan Roman Riquelme:

Boca Juniors taraftarının sevgilisi olan, takımın kendi resmi sitesindeki efsane oyuncu anketinde Maradona'yı da geçerek birinci seçilen ve Maradona'nın veliahtı olarak gösterilen Riquelme'nin, Barcelona'ya transferinden sonra bir türlü şansı yaver gitmedi. Barça'da yalnızca bir sezon oynayan ve sadece 3 gol atan Roman, daha sonra Villareal'e transfer oldu ve burada da 4 sezon futbol oynayıp eski takımı Boca'ya geri döndü. Ancak bir türlü beklenen patlamayı yapamadı. Boca Juniors'ta oynadığı iki dönem ve toplam 10 sezon boyunca 4 lig şampiyonluğu yaşayan Riquelme, Avrupa'da oynadığı dönemde herhangi bir lig şampiyonluğu, turnuva başarısı (Villareal'de kazandığı İntertoto Kupası'nı saymazsak) ve milli takım bazında hiçbir kupa sevinci yaşayamadı. Hala Boca Juniors'ta forma giyen Riquelme artık kadroya da pek fazla giremiyor.

Javier Saviola:

Kendisini bu listeye ekleyip eklememekte oldukça güçlük çektiğim isimlerden biri Saviola. Kariyeri boyunca River Plate, Barcelona, Monaco, Sevilla, R. Madrid ve Benfica formalarını giyen Saviola, toplam 287 maçta 116 gol attı. Ancak River Plate'te iki kez, R. Madrid'de bir kez yaşadığı lig şampiyonluklarının haricinde sadece bir kez Sevilla ile UEFA Kupası'nı kazandı. Belki bu başarılar onun bu listeye girmesini engelleyebilirdi, ancak Barcelona ve R. Madrid gibi takımların formalarını giymiş olan böylesine büyük bir golcünün en azından Şampiyonlar Ligi'ni kazanmış olması, hiç olmazsa final oynama başarısı göstermiş olması gerekirdi. Bunların da dışında Arjantin futbolunun en yetenekli golcülerinden biri olan Saviola'nın dünyanın en büyük ulusal takımlarından biri olan Arjantin ile uluslararası bir turnuvada büyük bir başarı yakalamasını beklerdik. Saviola şimdilerde genç yaşına rağmen kariyerinin son demlerini yaşıyor ve futbol arenasında esamesi bile okunmuyor.

Arthur Zico:


Listemin sonuna Türk futbol seyircisinin de çok yakından tanıdığı bir efsaneyi koydum. Yazıyı yazarken listede hep bir Brezilyalı istemiştim ancak araştırmalarım sonunda gördüm ki dünyaca ünlü tüm Brezilyalıların en azından bir Dünya Kupası mutlaka var. Bu yazıda da Dünya Kupası'nı kariyer derecesi belirlerken çok önemli bir argüman olarak kabul ettiğim için, tüm Brezilyalıları liste dışı bırakmak zorunda kaldım. Ancak efsanevi bir sambacı var ki, Avrupa'da yalnızca Udinese'de futbol oynamış ve herhangi bir uluslararası başarı kazanamamış; Dünya Kupası deyince akla Brezilya gelmesine rağmen, hatta Brezilya denince akla ilk gelen isimlerden biri olmasına rağmen ve kendi oynadığı dönemler Brezilya'nın en efsane dönemleri olmasına rağmen hiç Dünya Kupası kaldıramamış ve hatta finalde bile oynayamamış bir isim: Beyaz Pele olarak tanınan Arthur Zico. Zico'nun tıpkı Roberto Baggio benzeri bir şanssızlığı da var. '86 Dünya Kupası'nda Fransa ile oynanan çeyrek final maçında oyuna sonradan giren Zico bir penaltı kaçırır ve o maçta takımı Fransa'ya elenir. Bundan sonra futbol hayatı düşüşe geçen Zico kariyerinde Brezilya'da yaşadığı lig şampiyonlukları haricinde hiç kupa kaldıramaz. Ancak bu başarısızlıklar Zico'nun Brezilya'nın ve hatta dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcuları arasına girmesini engelleyemez.

Yazıyı yazarken aklımdan başka başka isimler geçti, yazıyı fazla uzun tutmamak için onları es geçtiğim oldu ve biliyorum ki bu yazıyı yayınladıktan sonra yine aklıma başka isimler gelecek ve onları da yazmak isteyeceğim. Kimbilir bu yazı burda sonlanmaz, isimler dolup taşmaya başlayınca yine aynı başlıkla ve farklı bir yazıyla karşınızda oluruz.

3 yorum  

Milli takım ve klüp arasında kalmak

Bu bloga yazmaya başlama sebebim, etraftaki binlerce yorumcunun, yorumculuk olarak gördükleri şeyin sadece hatalı kusurlu şeyleri görüp bunları avaz avaz söylemek olduğunu görmemdi. Ben de birşeyler yazacak olursam mutlaka birkaç çözüm alternatifi üretirim, eğer üretemiyorsam kurulu sisteme de laf etmem diyordum. Ancak 2 gündür kafamı kurcalayan öyle bir konu var ki hiçbir şekilde bir çözüme ulaştırabileceğimi sanmıyorum. Bu arada olayın gerçekliğinden tamamen emin değilim, bir gazete haberi üzerinden yazıyorum ancak zaten farazi bir olay gibi düşünerek işin içindeki çıkmazı göstermek istiyorum.

Brezilya teknik direktörü Dunga, Fenerbahçeli futbolcu Andre Dos Santos'u arayarak "Eğer takımında sol bek oynamazsan dünya kupasında milli formayı giyemezsin, defansif özelliklerini kaybediyorsun." diyor. Andre Dos Santos da her futbolcunun rüyası olan bu organizasyonda forma giyebilmek adına Fenerbahçe teknik direktörüne gidiyor ve durum budur diye anlatıyor. Daum da "Ben seni oyun sistemimde defansif bir yerde değil ilerde kullanmak istiyorum." cevabını veriyor.

Yani Dunga sol bek oyuncusunun defansif özelliklerini kaybetmesinden ve bu durumun milli takımın başarısını etkileyeceğinden çekiniyor. Daum takımın onca para verip aldığı bir futbolcudan kendi sistemi içinde mümkün olan en üst seviyede istifade etmeye çalışıyor. Durum böyle olunca da futbolcu tamamen arada kalıyor ve herkes adına keyifsiz bir çıkmaza sürükleniyor durum.

1 yorum  

Devlerin Mucize Haftası

2009-2010 sezonu Şampiyonlar Ligi'nde dün itibariyle 4. hafta maçları da tamamlandı ve ilginç sonuçlar çıktı ortaya. Genel görünümü bırakalım, ince detayları ve haftanın mucizelerini birlikte inceleyelim.

Salı Gecesi

Maçta herhangi bir mucize bulunmasa da, önce Beşiktaş'tan bahsetmek istiyorum. Bu yıl çile çekmeyi kendisine düstur edinmiş olan temsilcimiz, geçen hafta deplasmanda 1 puan kopardığı Wolfsburg'a kendi evinde 3-0 mağlup oldu. Mağlubiyetin birçok sebebi ve sorumlusu var elbet. Ben bunların üzerinde değil, daha çok detaylar üzerinde durmak istiyorum.

Sezon başından beri gerek Turkcell Süper Lig'de, gerekse Şampiyonlar Ligi'nde çok kötü sonuçlar alan ve gerçekten kötü bir futbol ortaya koyan Beşiktaş, geçen hafta Mustafa Denizli'nin kariyerindeki ilk Şampiyonlar Ligi puanıyla biraz olsun moral bulmuştu. Anlaşılan bu moral fazla gelmiş olacak ki, Avrupa'nın en iyi pas yapan takımlarından biri olan Wolfsburg'u fazla hafife aldı ve böyle bir tablo çıktı ortaya. Maçın istatistiklerine baktığımızda
ilk 25 dakikada Beşiktaş'ın 55, Wolfsburg'un ise tam 100 isabetli pası var.Beşiktaş'ın 1 şutu var ve kaleyi bulmuş, Wolfsburg'un ise 8 şutu var, 4'ü kaleyi bulmuş. Tabi yine bu 25 dakika içerisinde 1 de Wolfsburg'un golü var. Ortaya çıkan istatistikler durumun vehametini ortaya koyuyor. Bunun dışında futbolcuların bireysel hatalarını (özellikle Hakan Arıkan) ve Ernst'in olmadığı bir Beşiktaş orta sahasının nasıl darmadağın olduğunu yorumlamamayı tercih ediyorum.


Maçla ilgili bir önemli detay da başkan Demirören için tribünlerden yükselen tezahüratlar ve başkanın bu tezahüratlara oturduğu yerden gösterdiği tepkiler...






2. golden sonra takıma desteği bırakıp başkanı protesto eden Beşiktaş taraftarının tezahüratlarının bir kısmı şu şekildeydi:

- Demirören Fener'e başkan olsana
- Yeter Yıldırım Demirören!
- S...r ol git başkan!


Beşiktaş taraftarı daha önce de kulüp başkanlarına (Süleyman Seba, Serdar Bilgili) yönelik bu şekilde ağır protestolarda bulunmuştu, fakat sanırım en ağırı bu oldu. Bakalım Serdar Bilgili gibi Demirören de gururunu öne alıp başkanlıktan istifa edecek mi yoksa tüm bu hakaretleri duymazdan mı gelecek.

Beşiktaş maçı üzerinde biraz genişçe durduktan sonra salı gecesinin bazı önemli maçlarına değinmek istiyorum. Haftanın de
belki en talihsiz ve benim gibi bir Liverpool harici tüm İngiliz takımlarına antipati duyanlar için üzücü maçlarından birisi M.United-CSKA maçıydı. Barça'yı Nou Camp'ta deviren Rubin Kazan'dan sonra bir Rus temsilcisi daha bir büyüğü deviriyordu ki futbolun adaletsizliği burada da kendisini gösterdi. 25. dakikada Dzagoev ile öne geçen Rus ekibi, 4 dakika sonra 2004 yılından beri Şampiyonlar Ligi'nde gol atamayan Owen'ın golüne engel olamadı. Pes etmeyen CSKA 31. dakikada Krasic'le yeniden öne geçti ve 47. dakikada Berezutski farkı ikiye çıkardı. Benim gibi M. United antipatizanları "Bir mucize gerçekleşiyor sonunda," diye sevinirken 84'te Scholes ve 90+5'te Semberas hem bizleri, hem de Rusları bu rüyadan uyandırdı. Fakat yine de Old Trafford'da M. United'a 3 gol atan CSKA, az da olsa yüzümüzü güldürmedi değil.

Bu haftanın en büyük maçı ise C grubunda San Siro'da oynandı. Kaka efsane olduğu topraklara yeniden ayak bastı. Fakat gecede iki tarafın da yüzü gülmedi, Benzema'nın golüne Ronaldinho penaltı ile cevap verdi, böylece iki takım da 1 puana razı olmak zorunda kaldı. Daha önceki 12 maçta sadece bir kez berabere kalan iki takım, 20 sene sonra yine beraberlikle
sahadan ayrıldı.Aynı gruptaki diğer maçta ise Marsilya Zürih karşısında büyük bir patlama yaparak tam yarım düzine golle rakibini perişan etti. Geçen yıl Galatasaray'ın transfer gündeminde olan Brezilyalı golcü Brandao ise maçın yıldızıydı.

D grubundaki Atletico Madrid-Chelsea maçı ise belki de haftanın en heyecanlı maçlarından biriydi. Namağlup Chelsea bu ünvanını korudu fakat bu sezon ilk kez puan kaybetti. Drogba'nın gollerine Kun Agüero karşılık verince maç 2-2 sona erdi ve iki takım da birer puanla yetindi. Atletico Madrid bu sonuçla 4 maçta 2 beraberlik, 2 mağlubiyet alarak 2 puanla Devler Ligi'ne veda etti. Burada Atletico Madrid'e de ayrı bir parantez açmak istiyorum. Maxi Rodriguez, Kun Agüero, Diego Forlan, Raul Garcia, Sergio Asenjo, Jose Antonio Reyes, Simao Sabrosa gibi futbolcularla dolu bir kadro ve böylesine bir başarısızlık... Yorum yapmadan geçiyorum bu konuyu da.

Çarşamba Gecesi

Dün gecenin maçı ise kuşkusuz Lyon-Liverpool maçı idi. Her iki takımın futbolcularının da maça göğsünde reklam olmayan formalarla çıkması ilginç bir ayrıntıydı. Maçın büyük bölümünü Lyon yarıalanında baskı kurarak, top çevirerek ve gerek Torres'le gerekse de Babel ve Benayoun ile gol arayan Liverpool, 83. dakikada Babel'in Anfield'ın intikamını alırcasına attığı müthiş golle öne geçti. Yazının başından beri birkaç kez tekrar ettiğim gibi Liverpool harici tüm İngiliz takımlarına antipati duyan benim gibi Liverpoolseverleri havaya sıçratan bu gole sadece 6 dakika sonra tilki Lisandro Lopez karşılık vererek hepimizin hevesini kursağında bıraktı. Maçın başından beri her pozisyonu takip eden, birkaç kez Liverpool taraftarının yüreğini ağzına getiren Lisandro, son dakikada son kez sahneye çıktı, Kyrgiakos'un büyük hatasını affetmedi ve takımına 1 puanı getiren ve turu garantileyen, Liverpool'un ise gruptan çıkma ü
mitlerini iyice suya düşüren golü attı.

F grubunda ise işler çok karmaşık. Inter dün gece ilk galibiyetini D. Kiev karşısında alarak 6 puanla grup liderliğine yerleşti ve 1 galibiyet, 3 beraberlikle bile grup lideri olunabileceğini gösterdi. Inter, 21. dakikasından 86. dakikasına kadar yenik götürdüğü maçı bu dakikada Milito'nun, 3 dakika sonra da Sneijder'in attığı gollerle 2-1 kazanmasını bildi ve bu haftaki mucizelerden birine imza attı. Öte yandan geçtiğimiz hafta kendi evinde Gökdeniz'li Rubin Kazan'a 2-1 mağlup olan Barcelona, Rusya'nın soğuğunda yıldızlarla dolu kadrosuna rağmen 90 dakika boyunca tek gol bulamadı ve 1 puana razı oldu. Böylece bu sezonun sürprizi Rubin, 5 puanla gruptaki iddiasını sürdürdü.

Diğer gruplardaki diğer maçlarda pek fazla ilginçlik yok, onlara da değinirsek yazı fazla uzayacak. Ancak bu hafta, devler için gerçekten karmaşık bir hafta oldu. Küçüklerin sürprizleri, büyüklerin yenişememeleri üzerine dolu dolu bir hafta geçirdik. Bu küçüklerden, özellikle Rubin Kazan ve CSKA Moskova'dan önümüzdeki haftalarda çok daha büyük işler bekliyoruz. Bundan birkaç sene önce isimlerini sadece İnter Toto kupasında duyabildiğimiz takımların son yıllarda isimlerinin Şampiyonlar Ligi'nde geçmesi bazı kişilerce "Şampiyonlar Ligi'nin kalitesi düştü" olarak yorumlanıyor. Ancak ben böyle düşünmüyorum. Futbolda tüm başarıların bazı büyüklerin tekelinde olması açıkçası zoruma gidiyor. İstiyorum ki bir Rubin Kazan-Debrecen finali oynansın da büyükler de silkelenip kendine gelsin. Yıldızlara milyon dolarları akıtmakla takım olunmayacağını anlasınlar.

0 yorum  

Genç Türkler çeyrek finalde, peki sonra?

Bilindiği üzere Nijerya'da FIFA U17 Dünya Kupası oynanıyor. Genç millilerimiz de son derece başarılı maçlar çıkarıyorlar. Grubunu 7 puanla birinci olarak tamamlayan milli takımımız, uzun süre 10 kişi oynadığı maçta Birleşik Arap Emirliklerini 2-0 yenip çeyrek finale çıkmayı da başardı. Turnuvadaki diğer ekiplere de bakınca milli takımımızın finale kadar çıkması sürpriz olmaz benim için. Ayrıca bu başarılar için teknik direktör Abdullah Ercan ve ekibine teşekkür ederim. Maç kadrosuna da şöyle bir bakınca bazıları daha önce de ismini gördüğüm bazıları da ilk defa gördüğüm, tahminimce hepsi birbirinden yetenekli birçok oyuncu var. Ben ise bu oyuncuların geleceği ile ilgili biraz endişeliyim.

Daha önce de birçok kere gündeme gelen bir konu aklıma geliyor genç futbolcular söz konusu olunca: askerlik. Malum ülkemizdeki her erkeğin yapması gereken bir görev. Ancak milli takım düzeyindeki futbolcular için durumun biraz daha esnetilebilmesinden yana olanlardanım. Şöyle ki yurtdışında 3 yıl çalışıp kısa dönem (28 gün) askerlik yapma olayından faydalanabilmek adına birçok futbolcunun kariyerine yurtdışında yanlış klüplerde devam ettiğini gördük. Ya da 20'li yaşlarının başında askere giden bir futbolcu için (birçoğu üniversite mezunu olmadığı düşünülürse) 15 ay askerlik kariyerlerini birkaç sene geriye götürebilir. Yani en az 2 senelik bir futbolsuz geçen dönem olacak.

Bu durumun da değişmeyeceğini göz önüne alarak bu gençler adına en olumlu şey ne olabilir diye düşününce hepsi 17 yaşından küçük olan bu gençlerin olabildiğince çabuk Avrupa'ya gidip ordaki köklü klüplerin gerek altyapılarında gerek as takımın az şans bulan yedeklerinden birisi olarak Avrupa futbolunun içinde yetişmek ve oradaki tecrübeli futbolculardan birşeyler öğrenmek. 3 sene sonrasında da ister genç yıldız olarak Türkiye'nin büyük klüplerine gelir ya da Avrupa'nın önemli liglerinin en azından ortalama ekiplerinde forma şansı bekleyebilecek oyuncular haline gelir. Ayrıca yeniden yapılanma lafının ortalıkta dolaştığı şu günlerde böyle bir durum da A Milli Takım'ın da yaş ortalamasını 20-25 arasına çekmekte son derece etkili olabilir. Umarım bu gençler de gelecekleri ile ilgili planlamayı şimdiden doğru bir şekilde yapabilirler ve şimdi U17 Milli Takım formasıyla yüzümüzü güldüren bu gençler A Milli Takım formasıyla yüzümüzü güldürmeye devam ederler.

0 yorum  

Barça'nın belalısı iş başında


Rusya futbolu son yıllarda yetiştirdiği genç yeteneklerle Avrupa futbolunda söz sahibi olmaya başladı. Ancak her ne kadar genç yetenekler çıkarsalar da dünyada şuan hiçbir takımın kolaylıkla mücadele edemeyeceği bir takım var: Barcelona. Dolayısıyla Nou Camp'ta maça çıkan her takımın öncelikli olarak defansif futbolu benimsemesini normal karşılayabilirim. Ama kendi evinde kapanan takımlar her zaman itici görünmüştür. Bugün ise Rubin Kazan bu düşüncemi yıkmayı (bir nebze de olsa) başardı.

Daha önce nice köklü Avrupa takımının yapamadığı bir işe imza atarak Nou Camp'ta Barcelona'yı 2-1 yenmeyi başarmıştı. Rusya'da oynanan (ki aslında Rusya'da oynanan maçları hem iklim hem de zemin açısından pek sevmem) maçta da orta sahasında hiç durmayan Xavi ve Iniesta gibi 2 İspanyol oyuncusu bulunan ve dünyanın en nitelikli hücum oyuncularına sahip olan takımı durdurmayı başardılar. İlk maçı izlerken ben de biraz "Barcelona rakibini ciddiye almıyor" gibi bir düşünceye kapılmıştım. Ancak bu akşam oynanan maç gösterdi ki Rubin Kazan'ın başarısı sırf buna dayanmıyor.

Topla oynama oranlarına bakacak olursak Barcelona %71 gibi sıradışı bir orana sahip, ancak bu durumun ne skora ne de maça pek yansımış değil. Rubin Kazan açısından bakacak olursak duruma Messi ve Ibrahimoviç gibi 2 önemli oyuncuyu yakın markaj ile etkisiz hale getirmelerinin dışında ön liberoları defansın arasına girmeyerek rakibin etkili olabilecek diğer isimlerini uzakta tuttu. Hatta maçın ilerleyen bölümlerinde de Bukharov ile bikaç hızlı atak ile önemli pozisyonlara girerek takımın ümidini devam ettirdi. Maçın oyuncusunun da Rubin Kazan'lı hücum oyuncusu olan Alejandro Dominguez seçilmesi oldukça manidardı. Hücum oyuncusu olmasına rağmen kaleyi bulan şutu olmayan Alejandro, doğru zamanda yaptığı müdahalelerle ve hızlı ataklardaki pas dağıtımıyla dikkat çekti.

Barcelona ile oynadığı iki maçta 4 puan çıkarabilmiş başka pek bir takım hatırlayamıyorum 2 senedir. Ayrıca bu maçlarla gruptaki durum da son derece karışık bir hale geldi. Rubin Kazan'a ilerleyen turlarda pek şans vermesem de defansif futbolun nasıl doğru yapılabileceğini gösterdiklerini kabul etmek lazım.

0 yorum  

Başlama vuruşu

Merhabalar
Nihayet bunca zamandır içimde kalmış olan futbol blogu özlemimi pek yakın bir ahbabımın da katkısı ile bu blog sayesinde dindiriyorum. Herkesin gördüğünü, herkesin tartıştığını yazmak yerine futbol üzerine nispeten az farkedilmiş, gözden kaçan güzellikleri bir hakem ya da yorumcu edasıyla değil de bir futbolsever gözlemiyle yazmak için niyet etmiş bulunmaktayız. Şu tasarım konularını biran evel halledip yazmaya başlamak için heves etmekteyim. Şimdiden futbolseverlere de iyi okumalar, iyi izlemeler dilemekteyim.

0 yorum