Son dakikada kaleci golü

Bir futbol klişesi geçtiğimiz haftalarda beklenmedik bir şekilde sonlandı. Bu bahsettiğim klişe ise şudur ki: geride olan takım için averaj önemli değilse son dakika kornerinde ya da duran topta yenilen takımın kalecisi de depara kalkıp karşı ceza sahasına gider. Genelde de top yakınlarına bile gelmez sonra da yine bir deparla kalelerine geri koşmaya çalışırlar. Bir de anlamadığım nokta korner kullanılırken kaleci ceza sahasında durur ama ön libero ya da kanat adamları ceza sahası dışında durur. Yani aslında demek ki amaç ceza sahası içini de öyle hınca hınç doldurmak değildir.

Geçtiğimiz günlerde Avrupa Liginde oynanan Standart Liege - Alkmaar maçında da bu olay yaşandı ancak bu sefer gol ile sonuçlanda. Ayrıca golü atan kaleci de Türkiye Ümit Milli Takım kalecisi olan Sinan Bolat. Gelen ortaya çok iyi yükselip kafayla topu birçok forvetten başarılı şekilde tam köşeye gönderen Bolat'ın beni daha çok ilgilendiren yanı ise maçtan sonra söyledikleriydi. Çünkü sözleri benim birinci paragrafta söylediklerimi kanıtlar nitelikteydi. Şöyle ki Bolat açıklamasında: “Serbest vuruş kullanılmadan önce yedek kulübesine baktım ve ‘Git’ denilince rakip kaleye koştum. Çünkü kaybedecek bir şeyimiz yoktu. Gol atacağım aklımın ucundan geçmiyordu. İşin açıkçası kalabalık yaratmak için gittim. Arkadaşım çok iyi orta yaptı. Ben de topun bana geldiğini görüp yükseldim. Neticede top ağlarla buluştu, mutluyum” demiş. Sahalarda görmek istediğim türden bir klişeyi canlandırdığı için kendisine burdan teşekkür ederken golü için de ayrıca tebrik etmek gerek. Ayrıca kendisi hakkında kısa bir bilgi vermek gerekirse, şuan ismi birçok klüple anılan Bolat 21 yaşında ve 1.87 boyunda. Geçen sezon da son dakikada bir penaltı kurtararak takımının play-off'lara kalmasını sağlayan Bolat 1988 Kayseri doğumlu ve kayserinin plaka numarası olan 38 numarayı forma numarası olarak tercih ediyor.

0 yorum  

Kurşun Top


Geçtiğimiz haftalarda France Football dergisinin dünya çapında oyuncular arasında verdiği ödül olan Ballon d'Or'u merakla takip edip sonunda da Messi'ye gidince de "olması gereken buydu zaten" diye onaylamıştık. Ancak geçtiğimiz günlerde başka bir ödül daha verildi ki bu pek alışık olmadığımız bir ödüldü. Les Cahier du Football dergisinin verdiği ödülün ismi de Ballon de Plomb (Kurşun Top) ve tahmin edebileceğiniz gibi en hayal kırıklığı yaratan futbolculara verilen mizahi bir ödül. Bu ödülün de sadece Fransa'da top koşturan oyuncuları kapsadığını hatırlatarak listenin tepesindeki 2 tanıdık isme dikkatinizi çekmek istiyorum.

1. Mateja Kezman (Paris SG, Zenit) 7716 puan
2. Kader Keita (Lyon, Galatasaray) 6127
3. Nicolas Dieuze (Le Havre, Grenoble) 3478
4. Ivan Klasnic (Nantes) 3281
5. Elliot Grandin (Marsilya, Grenoble) 3202
6. Fred (Lyon) 2490
7. Stefan Babovic (Nantes, Feyenoord) 2473
8. Stéphane Dalmat (Sochaux) 2450
9. Mustapha Bayal (Saint-Etienne) 2177
10. Diego Placente (Bordeaux) 1427
11. Luigi Pieroni (Valenciennes) 1155

Listenin en tepesindeki isim Fenerbahçe'de çok eleştirilerek Paris Saint Germain'e transfer olan ancak orda da 21 maçta 3 gol ile göz dolduramayarak Zenit'e kiralık olarak gönderildi. 7 yıldır dağıtılan bu tatsız ödülün 4. kez PSG'li bir oyuncuya gitmesini sağlayan Kezman aynı zamanda bu ödülü alan ilk yabancı da olmayı başardı. Kezman açısından düşünecek olursak en azından bu sene oynayacağı Zenit takımının bulunduğu lig için böyle keyif kaçıracak ödüller bulunmuyor.




İkinci sırada ise Fildişi Sahilli ve şuan Galatasaray'da oynayan (aslında oynadığı futboldan çok attığı yumruklarla konuşulan) futbolcu Keita bulunmakta. Geçtiğimiz sezon Lyon'da sergilediği başarısız performans ile bu ödülde 2. olan Keita, Lyon forması ile 71 maçta 8 gol kaydedebilmişti.

0 yorum  

Galiptir bu yolda mağlup

Birçok futbol severin keyifle izlediği ve klüpler bazında dünyanın en büyük organizasyonu olan Şampiyonlar Ligi maçlarının gruplarını herkes gibi ben de keyifle seyrettim. Tek Türk takımının mücadele ediyor olması ve onun da grup maçlarına pek de iyi başlamamış olması son derece keyif kaçırıcıydı ancak Manchester United ile oynanan maç ile bu burukluk da biraz kayboldu diyebiliriz. Ancak bu maçta benim dikkatimi çeken birkaç hadise daha vardı. Yazıya başlamadan önce de belirtmek isterim ki bu yazının amacı ne Beşiktaş'ın galibiyetini küçümsemek, ya da hafife almak ne de sahadaki kadrolara bakarak maçın değerini azaltmaktır. Nihayetinde tarihe bir Türk takımının Old Trafford'da aldığı bir galibiyetin geçmiş olması söz konusu.

Maçın sonunda kulağımda hala Ertem Şener'in Rüştü'yü her yerinden öpmesi ve Alex Ferguson'un kafası önünde sahayı terkettiğini söylemesi vardı. Bu da ister istemez beni geçmişe götürdü. 1993 senesinde bu stadda Galatasaray son derece başarılı bir maç oynayarak Manchester United'ı elemişti. O zaman takımın başında Alex Ferguson vardı. Sonra da 1996 yılında Bolic'in ayağından bulduğu gol ile Manchester United'ın 40 yıllık yenilmezlik rekoruna son veren bir diğer Türk takımı vardı: Fenerbahçe. O maçta yine karşı yedek klübesinde Alex Ferguson vardı. Ve sene 2009, bir diğer köklü Türk takımı yine aynı stadda yine bir zafer söz konusu, ancak benim için önemli olan şey karşımızda yine aynı teknik adam. 1986 yılında bu takımın başına gelen Alex Ferguson Türk takımlarından çok çekmiş yani kısacası, ancak bu durumda bizim ders çıkarmamız gereken bir şey yok mu? Türkiye'de bir takımın başında 2 seneden uzun kalan teknik direktörlere kalıcı olduğu söylenirken dünyanın en büyük klüplerinden birisinin başındaki teknik adam olan Alex Ferguson ise bunca ilginç mağlubiyetine, transfer hatalarına rağmen aynı takımın başında. Takım başarıları olarak da Manchester'ı mağdur etmeyen Türk takımı olmamasına rağmen büyük resme bakınca insan gerçekten hangi takımın başarılı olduğunu düşünmeden edemiyor. Benim de elimden Türkiye'deki teknik direktörlere bakış açısının ve günün birinde İngiltere'deki gibi bir teknik direktör anlayışının Türk takımlarında da olacağını ummaktan başka bir şey gelmiyor.

Bu maçla ilgili dikkatimi çeken bir diğer nokta ise sahadaki futbolcuların yaşlarıyla alakalıydı. Alex Ferguson'un sahaya sürdüğü kadro, Manchester United'ın kadro planlamasının bir göstergesi gibiydi adeta. Gruptan çıkmayı garantilemeye çok yakın olan Manchester'ın sahadaki oyuncularının hücum hattındaki 5 isimden 2 tanesi 18, 1 tanesi 19, 2 tanesi ise 20 yaşındaydı. Tahmin ediyorum ki Alex Ferguson da bu gençlerin ciddi sorumluluk aldığı bir maçı kaybetmesine çok da üzülmemiştir. Kazanmanın tadını çıkarabilmek için önce mağlubiyetin ne kadar acı bir durum olduğunun anlaşılması gerektiğini düşünen birisi olarak sanıyorum ki Ferguson da bu genç oyuncularının bu çok da önemli olmayan bir müsabakada mağlubiyetin sevimsiz yüzüyle karşılaşmalarından çok da rahatsız olmamıştır. Ayrıca şunu da aklımdan geçirmeden edemedim, Beşiktaş'ın sahaya sürdüğü kadrodaki Türk oyuncuların birçoğu 3-4 sene sonra gazetelerde ya da televizyon kanallarında yorumculuk yapacakken Manchester United'ın bu maçta sahaya sürdüğü oyuncuların birçoğu Şampiyonlar Ligi'nde final maçı oynuyor olacak.

İnsanın desteklediği takımın, dünya devi takımlara sahayı dar etmesi gibi bir eğlence daha yoktur herhalde bir taraftar için. Ancak umarım ki bu galibiyetler de devam ederken birgün biz de İngiltere'de örneklerini gördüğümüz değerleri anlayabiliriz. Böylelikle de her sezon teknik direktör değiştirmeyi bırakıp basit çözümler peşinde koşmaktan vazgeçebilir ve genç oyunculara güvenip onlara hakkettiği değeri vererek ve ülke futbolunun biraz geleceğini düşünerek günü kurtarmaya yönelik oyuncu tercihleri yapmayı bırakabiliriz.

0 yorum  

Dünya Kupasına giden teknik direktörler ne kadar kazanıyor?

Dünya'nın en büyük futbol organizasyonu olan Dünya Kupası'na kalan 32 takım belli olunca haliyle bu takımlar ve teknik direktörleriyle ilgili haberler de ortalıkta dolaşmaya başladı. Arjantin'in Ole gazetesi ise 2010 Güney Afrika Dünya Kupası'na gitmeye hak kazanan 32 takımın teknik direktörlerinin yıllık kazançlarını araştırmış. Bizim ülkede de bir zamanlar baya sorun olmuşken bu konu dünya çapındaki isimlerin de kazançları arasındaki büyük fark dikkat çekiyor. İşte dünya kupasında takımlarını yönetecek 32 teknik direktörün dolar olarak yıllık kazançları.

- Fabio Capello (England): 9.900.000
- Marcelo Lippi (Italy): 3.000.000
- Joachim Löw (Germany): 2.300.000
- Javier Aguirre (Mexico): 1.800.000
- Carlos Parreira (South Africa): 1.800.000
- Berter van Marwijk (Holland): 2.700.000
- Ottmar Hitzfeld (Switzerland): 2.600.000
- Vicente del Bosque (Spain): 2.200.000
- Carlos Queiroz (Portugal): 2.000.000
- Pim Verbeek (Australia): 1.820.000
- Dunga (Brazil): 1.250.000
- Diego Maradona (Argentina): 1.200.000
- Takeshi Okada (Japan): 1.200.000
- Ricki Herbert (New Zealand): 1.200.000
- Otto Rehhagel (Greece): 1.150.000
- Paul Le Guen (Cameroon): 960.000
- Marcelo Bielsa (Chile): 850.000
- Vahdi Halilhodzic (Ivory Coast): 740.000
- R. Domenech (France): 720.000
- Hun Jung Moo (South Korea): 600.000
- Morten Olsen (Denmark): 570.000
- Milovan Rajevac (Ghana): 540.000
- Bob Bradley (USA): 400.000
- Radomir Antic (Serbia): 447.000
- Matjaz Kek (Slovenia): 360.000
- Gerardo Martino (Paraguay): 360.000
- Rabah Saadane (Algeria): 360.000
- Reinaldo Rueda (Honduras): 350.000
- Vladimir Weiss (Slovakia): 312.000
- Oscar Washington Tabárez (Uruguay): 300.000
- Kim Jong Hun (North Korea): 250.000
- Shaibu Amodu (Nigeria): 180.000

0 yorum  

El Clasico Beyazperdede!


Öncelikle verdiğim birkaç günlük aradan dolayı başta dostum Parahuman olmak üzere hepinizin affına sığınırım. Hayat meşgalesi en büyük keyfim olan futbola vakit ayırmama bile izin vermiyor artık.

Neyse, bir dokun bin ah işit modundan çıkıp default modumuza dönelim ve burada sadece futboldan, futbolun güzelliklerinden bahsedelim.

Bahsetmek istediğim olayın üzerinden bir haftadan fazla zaman geçti ama bu olay bence yıllarca hatırlanabilecek, futbolun güzellikleri arasında anılabilecek bir olay. (Bu süslü cümlelerle aslında bu yazıyı yazmakta geç kaldığımı örtmeye çalışıyorum ama sanırım başaramıyorum.)

Bildiğiniz gibi El Clasico, yani Barcelona-Real Madrid maçı dünyanın en iyi birkaç derbisi arasında gösteriliyor. (Aslında bu bir derbi değil, rivalry. Ancak derbi kavramı çok farklılaştı ve artık biz de bu şekilde kullanmaya mecburen alıştık.) Öyle ki neredeyse bir Şampiyonlar Ligi finali kadar ilgi görüyor. Tabii yetkili isimler de bu ilgiye karşı ilgisiz değiller ve bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyorlar. Uyanıkların aklına müthiş bir fikir geliyor: El Clasico'yu sinemalarda yayınlamak!

Bu sadece bir fikir olarak kalmıyor ve gerçekleşiyor. Sonuç: Toplam 51 salonda 16 bin kişi, 8 euro karşılığında bu muhteşem şöleni kocaman perdede ve en iyi ses kalitesiyle izliyor. Bu da futbolun bir güzelliği olarak, en güzel futbol ülkesi İspanya'ya yakışır şekilde tarihe geçiyor.

Bir düşünün. Taksim'de AFM Fitaş Sineması'nda Galatasaray-Fenerbahçe derbisi dev ekranda veriliyor ve herkes bir arada, sinema koltuklarında bu muhteşem maçı izliyor. O günleri de görecek miyiz acaba?

Tabi bizim milletimizin sinema algısı biraz farklı olduğu için, sinema salonunda yaşanabilecek olayları da az çok hayal edebiliyorum. Ya da sinemaya farklı beklentilerle gelmiş bazı izleyiciler bekledikleri ortamı bulamayabilirler. Birileri çok fazla bağırdığı için başka birileri "Lütfen sessiz olur musun?" ya da birileri sürekli oturup kalktığı için "Oturur musun arkadaşım göremiyorum!" tarzında uyarılarla saçma sapan mevzular ortaya çıkabilir.

Eğer maç canlı yayınlandıysa, kimsenin gidip 4-5 euro'ya (veya TL hesabıyla 8-10 TL'ye) maçı barda veya cafede izleyeceğini sanmıyorum, gidip sinemada izler herkes -ki canlı yayınlanmadıysa da bir anlamı kalmıyor olayın. Bu şekilde bu sistemin -her şeye rağmen- ülkemize de gelmesini çok isterdim. Dediğim gibi, saçma sapan tartışmalar yüzünden tatsız bir ortam oluşabilir belki, ancak yine de bir denemekte fayda var derim...

1 yorum  

Nasıl oluyor da oluyor?

Tüm spor dallarında eşitlikten yanayım. Zaten aksi durum etiğe de aykırı bir durum. Eşitlikten kastım ise her konuda eşitlik. Örneğin bütün dünya ülkelerinin futbol takımlarında yabancı oyuncu sınırlamasının aynı olmasından yanayım. En azından kıtalar için aynı olmalı çünkü Şampiyonlar Ligi, ya da UEFA Avrupa Ligi gibi organizasyonlarda bütün takımlar aynı koşullarda mücadele edebilsin. Ancak bugün okuduğum bir haber yine sinirimi bozmaya yetti.

Habere göre Delgado'nun sakatlığının iyileşiyor olması Beşiktaş'a dert olmuş yabancı sınırı açısından, bu yüzden de Beşiktaş Bobo'nun Türk vatandaşı olabilmesi için başvuruda bulunacakmış. Aklıma bikaç sene önceki Nobre olayı geldi ister istemez. Bir oyuncunun Türk vatandaşlığına geçmesine ya da Milli takımda oynamasına karşı bir insan değilim, ancak bir oyuncunun milli takımda oynama ihtimali baz alınarak Türk vatandaşlığına geçme başvurusu yapıp bundan sadece o oyuncunun klubünün fayda sağlamasına son derece karşıyım. Nobre olayında da hatırlanacağı gibi 2 sene Türkiye'de forma giymiş olan Marcio Nobre Beşiktaş'a transfer olunca nasıl olduysa Bakanlar Kurulu kararı ile "Türkiye'ye faydalı olacak" görüşü ile Türk vatandaşlığına sahip olmuştu. İlk olarak anlamadığım nokta 1 ay önce Fenerbahçe'de oynarken Türkiye'ye nasıl faydalı değildi de 1 ay sonra Beşiktaş'a geçince bir anda faydalı oldu? Eğer bu faydadan kasıt Milli takım ise, böyle bir karar Milli takım teknik direktörüne sorulmadan çıktı? Hakeza Nobre'nin Milli takım forması giymişliği de yok henüz. Nasıl oldu da bu olaydan tek fayda sağlayan Beşiktaş oldu? Ve yine nasıl oluyor da aynı durum tekrardan sadece Beşiktaş için söz konusu? Süper Ligi yakından takip ettiğim son 8-10 yıllık sürede neden benim bildiğim kadarıyla başka 5 yılını doldurmadan Türk vatandaşlığına geçebilmiş bir oyuncu yok? Açıkcası ben Türkiye'de oynayan ve Türk vatandaşlığına geçmeyi planlayan bir oyuncu olsam ve ben 5 yılı doldurmaya çalışırken sadece Beşiktaş'ın oyuncuları 2 senede Türk vatandaşlığına geçip ne milli takımda oynayıp ne de Türkiye'ye bir fayda sağlamıyorsa böyle bir eşitsizliğe tahammül etmek yerine başka bir ülkede top koşturmayı tercih ederdim. Umarım Nobre olayında yaşanan saçmalık bir kere daha ve yine aynı takım için tekrarlanmaz.

0 yorum  

Neylesin Kazım?

Son günlerde medyayı da benim kafamı da sıkça kurcalayan bir konu var. Malum Fenerbahçe'li genç futbolcu Colin Kazım Richards bir trafik kazası geçirdi. Talihli sayılabilecek derecede az yarayla kazayı atlatan Kazım'ın antremana gitmeden birkaç saat önce gece geç saatlerde bir takım arkadaşı ile bir klüpten çıkarkenki görüntüleri medyaya sızdı. Benim de akşam akşam işim gücüm yok diye oturdum empati yapayım bakalım ne olacak dedim.

Teknik direktörün açısından bakacak olursak, hiçbir teknik direktör oyuncusunun sabaha kadar eğlenip yeterince dinlenmeden ve düzenli beslenmeden antremana gelmesini istemez. Ayrıca oyuncunun mental olarak da kendini antremana hazırlayamayacak olması ve normale göre daha fazla hata yapacak olması da muhtemel. Peki bu oyuncu kadrodaki mevkidaşlarına göre çok daha üstün (yaşamına dikkat etmeyorkenki hali ile dahi) bir futbolcu ise teknik direktör ne yapmalı? Mecburen yine bu oyuncuyu maçta kullanmak zorunda.

Takım arkadaşları açısından bakacak olursak, sırf futbol becerilerini geliştirebilmek adına son derece düzenli bir hayat yaşayan, bütün antremanlara katılan ve hatta antremanlardan sonra sahada kalıp çalışan bir futbolcu, sabaha kadar içip antremana gelip yine de ilk 11'de sahaya çıkan bir oyuncuya karşı kötü duygular besleyebilir. Bunda da pek haksız olduğu söylenemez. Ayrıca bir süre sonra hocanın diğer oyuncuyu oynatma kararından ötürü teknik heyete karşı da bir öfke besleyebilir.

Taraftar açısından bakacak olursak, sanırım taraftar yine bu durumda en az mutlu olarak taraftır. Eğer sabaha kadar eğlenen oyuncu kötü oynarsa teknik direktöre kızılır ve diğer oyuncuların hakkının yendiği düşünülerek teknik direktöre ve sabaha kadar eğlenen oyuncuya karşı bir öfke duyulur. Eğer sabaha kadar eğlenen oyuncu ilk 11'de maça çıkıp çok iyi oynarsa "bu haliyle bu kadar oynuyorsa bir de biraz kendine dikkat etse ne kadar daha iyi olacak demek ki" diye beğenilmez. Söz konusu oyuncu kadro dışı bırakılır ve onun yerine oynayan oyuncu iyi oynarsa "biz bu adama bu kadar parayı kenarda otursun diye mi verdik, diğer oyuncu zaten çok iyi oynuyor" diye beğenilmez. Diğer oyuncu kötü oynarsa da "bu adam sabaha kadar eğleniyor falan ama yine de bu kadar kötü oynamaz hoca yanlış karar vermiş" der. Kısacası sanırım bu durumda taraftar her türlü mutsuz olabilen bir grup.

Son olarak ise olaya Kazım'ın açısından bakmak istiyorum, hayatının en güzel gençlik dönemlerindeki bir insan doğal olarak birileriyle bir yerlere gidip eğlenmek isteyebilir. Düşünülünce bu futbolcunun 9 ay boyunca her haftasonu lig maçı, bu süre boyunca haftaiçi de avrupa müsabakaları ve kupa maçları oynadığı görülür. Aynı zamanda bu oyuncu milli takımda da forma giyiyorsa yazın da doğal olarak milli takım kampında ve müsabakalarında olacaktır. Yani bu insanın hayatının bir senesinde eğlenebilmek için sadece 5-10 günü mü olacak? Bu da hiç mantıklı gelmiyor.

İşte böyle karışık bir konuydu bu. Boşa koysan dolmaz doluya koysan almaz. Kimin açısından bakarsan haklı ve haksız yanlar bulmak mümkün. Ancak bunca şeyin arasında emin olduğum tek bir şey var ki, bu olay medyada bu kadar abartılmaya devam edilirse bu haberleri gören hiçbir yabancı futbolcuyu Türkiye'deki bir takıma getirmek mümkün olmayacaktır. Medyanın bu sorunu oyuncu ve klüp arasında çözmeye izin vermesi gerekir. Eğer klüp bu durumdan bir rahatsızlık duymuyorsa ve oyuncuya ceza verilecek bir sebep görmüyorsa büyütmenin pek anlamı da kalmıyor.

0 yorum